• Haberler
  • Gündem
  • Türkiye'de modernleşme, siyaset ve siyasal değişimin ana hatları

Türkiye'de modernleşme, siyaset ve siyasal değişimin ana hatları

Bu haber analizimizde Türkiye'de modernleşme, siyaset ve siyasal değişimi ana hatları ile inceleyeceğiz.

KEMAL ERDOĞAN
(AKAJANS) - Son asır; savaş, terör, ekonomik-siyasi kriz, modernizm, yenilikçilik gibi kelime-kavramların resmigeçit yaptığı tarihimizin belki de en çetrefilli yüzyılıdır. 19. Yüzyılın sonlarında, çözülme sancılarını savuşturabilmek uğruna Avrupa’ya çevirir yüzünü Osmanlı. Geleneksel “tarım-ticaret toplumu”ndan “sanayi toplumu”na geçiş mücadelesine girişmiştir. Açıkçası 1. Dünya Savaşı, Batı’da sanayinin yükselişi ile ham madde ve enerji kaynaklarına ulaşım savaşıdır ki bu durum modernleşmenin kurumsallaşmasının ne kadar kıymetli olduğunun göstergesidir. Modernleşme çabaları “ekonomik ve toplumsal bir köylülük düzeninin tasfiyesi”ni baz alır. “Fiziki köylülük”ten ziyade “kurumsal köylülüğün” çözülmesi; tarım toplumundan endüstri odaklı topluma geçiştirtir istenen.

20’nci yüzyılın başında Batı şemsiyesi dışındaki toplumlar sanayi devrimiyle açığa çıkan enerjinin; teknolojik, askeri, ekonomik ve politik gücün karşısında ağır bir mağlubiyet yaşamıştır tıpkı Osmanlı gibi. Osmanlı tarihe karışırken yarım kalan modernleşme çabaları; yeni Türk devletinin “kurucu babalarının”  azim ve ufkuna emanet edilmiştir. Çöküş dönemi önceden başlamış Osmanlı’nın siyasi ve nihai bitiş düdüğünü çalmıştır bu savaş. Vakıa, tarihe “Osmanlı’nın çöküşü, Batı’nın ihtişamlı yükselişi” olarak geçmiştir.

Bu çöküşler İslam coğrafyasında yeni eğilimlere zemin hazırlar. Toynbee bu 2 eğilimi iki başlıkta ifade eder: İlki; medeniyete aşık olup içinde yer tutma ve heyecanına kapılıp gitme, Batılılaşma. İkincisi; tüm çöküşün hesabını görme cesaretini kendinde görmeyenlerin bir adım geri atarak içeri kapanması. Son tahlilde Toynbee, içe kapananların mağlubiyeti kabule yanaşmadıklarını kayda geçirerek “Modern olmak, biz gibi hatta daha güçlü olup bizi aşmak stratejileri başka çıkmaz sokak” der.

Osmanlı’nın hazin çöküşü; bunun artçı şoklarıyla geçen son yüzyıl, başta Türkler olmak üzere diğer Müslüman halkların sosyal-fiziki yapılarını, duygu dünyalarını paramparça edişinin hikayesidir. Toynbee’nin dudak büktüğü “muasır medeniyeti de aşma” amaçlı devrimlere tanık olunur Cumhuriyet’in ilk döneminde. Ne var ki, 1800’lerin sonunda başlayıp 20. yüzyıla damgasını vuran modernleşme gayretleri, bunu gerçekleştirecek algı ve entelektüel düzeyi İslam coğrafyasına sunamamıştır. Garb’ın ne olduğunu ve tebarüz eden yeni olguları, Türkiye başta olmak üzere Müslüman coğrafyası yeterince algılayamamıştır. Batı, aşk-nefret bağlamına hapsedilmiştir; “alçak, hain, kahrolası, cehennem çukuru” ya da “aşık olunacak, içinde yok olunacak bir cennet”tir.  Doğu toplumları, başlarına gelen kötü olayların faturasını “dış mihraklara” yıkma kolaycılığına kaçmışlardır. Bu, Türk siyaset ve sosyolojik algısına geleneğine de yerleşmiştir. Sorunları günah keçilerine (Yahudi lobisi, dünyayı yöneten 9 aile, Sabataistler, kriptolar) bulmak genetik kodlarımıza işlemiştir.

Atatürk’ün hayatta olduğu yıllar; Saltanat’ın ilgası ve millet iradesine dayalı rejim kurulması ve geçmişten/Osmanlı’dan/İslamiyet’ten devralanmış birçok kurum ve mirasın reddi anlamını taşıyan devrim kanunlarının çıkarılıp topluma kabul ettiriliş mücadelesiyle geçer. Sonrasında İnönü, dış politika atraksiyonları ile Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’na girmesine mani olarak iktisadi, teknolojik ve mental anlamda savaş yorgunu genç Cumhuriyeti yeni bir ateşin içine düşmekten korur. Ekmek karneye bağlanmıştır; sefalet diz boyudur. Eleştirilere “Sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım” cevabını vermiştir İnönü.

1920’li yıllardan itibaren “Asker/sivil bürokratlar” ile “eşraf/köylü” ikilemi olarak kendini gösteren sınıfsal yapılanma çok partili hayata geçişle (1946) yapısal değişikliğe uğrar. Yeni kompozisyon; “asker/sivil bürokratlar” ve “eşraf/köylü/işçi” bloklaşmasıdır. 1946’da “modern dünya”nın  bastırmasıyla çok partili hayata geçilse de jandarma dipçiği gölgesinde yapılan seçimde “Açık oylama ve gizli tasnif” ayıbıyla 23 yıllık “tek parti iktidarı”nın el değiştirmesi 4 yıl daha ötelenmiş olur. “Yeter! Artık Söz Milletin” diyen DP’nin 1950’de iktidara gelmesiyle vesayet rejiminde kısmi gevşeme olur, liberal politikalarla şehirleşme ve sanayileşme adımları atılır, en köklü altyapı yatırımları gerçekleştirilir. DP’li yıllar, müdahaleci bir ekonomik yapıdan, özel teşebbüse öncelik veren, açık ekonomiye geçiş çabalarının yoğunlaştığı dönemdir.

 “Beyaz Devrim”e imza atan DP’nin ilk işi sözüm ona Batı ile uçurumu kapatma adına on yıllardır “Tanrı Uludur”a çevrilmiş mukaddes çağrıyı aslına döndürülerek minarelerden “Allahüekber” nidalarının yükselmesi sağlamaktır. Hem “Tanrı Uludur”un altında imzası olan CHP’nin de desteğiyle. “Eşraf/köylü/işçi” blokunun, milyonların kalbinde taht kurar DP. “Demokrat” diyebileni de dili dönmeyip “Demirkırat” diyeni de bağrına basar Bayar, Menderes ve ekibini. 10 yıllık DP dönemi asker-sivil bürokratlara karşı geleneksel yapıların bir kısmının inisiyatif alması ve sanayileşme çabaları ile Türk toplumsal yapısında hızlı dönüşüm sürecini başlatır.

Şerif Mardin’in ifadesiyle “merkez-çevre” ilişkisi; “çevre”nin “merkez” üzerinde sınırlı belirleyiciliği DP ile betimlenir. Ancak dominant “köylü” karakter, “çevre”yi “merkez” karşısında ihtiyaç duyulacak sosyal-politik araçlardan mahrum bırakmıştır. Bu durum da seçim sandığını “sürece tek müdahale aracı” haline getirmiştir. Sistem her tıkandığında, demokratik sisteme her müdahalede bu “çevre” devreye girip sandıkta “dur” demiştir. Buna 27 Mayıs ve idamlardan sorumlu tuttuğu CHP’ye Türk seçmeninin 1946’dan bu yana “tek başına bir kez bile iktidar vizesi vermemesi”, 27 Nisan bildirisi/367 krizinin referandumla aşılması vb. birçok örnek verilebilir.

27 Mayıs  1960’ta Batı’ya bağımlı derin yapı, idareye el koymuştu. Milli irade, demokrasi, Anayasal düzen, milli onur; hepsi ayaklar altındaydı. Tablo o kadar onur kırıcıydı ki; Dışişleri Bakanlığı görevine atanan Selim Sarper, görevi devralmak için Başbakanlığa ABD Büyükelçisinin zırhlı makam aracıyla gidiyordu. Başbakan Menderes ve arkadaşları da idam edilerek Türk modernleşmesine darbe üstüne darbe vurulmuş, sistem iğdiş edilmiş, 23 Nisan ruhunun çanına ot tıkamıştı. 1961 Anayasası ile temel hak ve özgürlüklerde görece genişlik sağlanıyor ancak öte yanda ise vesayet rejimini de kurumsallaştırıyordu. TBMM Genel Kurul salonunun da serlevhası “Milli hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” umdesi, Anayasa Mahkemesi vb. gibi kurumlar ihdas edilerek “kayıtlı şartlı” hale getiriliyordu. Dipçik gölgesinde gidilen seçimlerde de iktidar 10 yıllık aranın ardından tekrar CHP’yi teslim edilecekti.

DP’nin devamı niteliğindeki AP hükümetleri 1965-67’de namüsait şartlara rağmen ekonomide toparlanma ve büyümeyi temin etti. 12 Mart 1971’de vesayetçi zihniyet tekrar devreye girdi. Cuntacıların kurdurduğu teknokratlar hükümeti sorunların üzerine tuz biber ekerken 1970’li yıllara koalisyon hükümetleri, sağ-sol çatışması, terör olayları 1974 Kıbrıs Barış Harekatı, Amerikan üslerinin kapatılması, ABD ambargosu, yağ ve benzin kuyrukları ile bitip tükendi. Ekonomiyi liberalleştirme amacıyla 1980’de 24 Ocak kararları ilan edildi.

Aslında 1960-80 dönemi, toplumsal yapıda kaybedilen geleneksel kurumlar yerine modernlerinin ikamesi çabalarının; köyden kente göç olgusuyla problemli bir boyuta savrulduğu yıllardır. Türkiye bu dönemde endüstrileşmesiz ve plansız şehirleşmenin faturası olarak, toplumsal yapıyı belirleme düzeyine haiz gecekondu sorunu ile tanıştı. Çözülen geleneksel kent kültürünün yerine modernini ikame edememeden kaynaklı bunalımlara ilave olarak, yeni kent-çevre kültürü, yeni gecekondu-varoş kültürü ile toplumdaki çözülmeyi hızlandırdı.

1970’lerde askeri-sivil bürokrasi ve burjuvalaşma problemi yaşayan şahsına münhasır yeni sermaye unsuruna karşılık esnafın güçlendiği, işçileşme ve mikrogirişimlerin hız kazandığı ve bir işçi sınıfının doğmaya başladığı görülür. İlave olarak köylülüğün güç kaybetmesine karşın ekonomik olarak yeniden yapılanıp siyaseti daha ileri seviyede etkilediği bir süreç devreye girer.

12 Eylül, Soğuk Savaş’ın sona erme temayüllerinin alındığı bir döneme denk gelir. Siyasal vesayet kurumu açısından yeni ve daha güçlü bir halkayı işaret eder. 1950’den sonra birçok faktörün kırsaldan kentleşmeye adım atma başta olmak üzere birçok etki ile çevrenin her defasında merkez üzerinde daha güçlü bir inisiyatif kullanması vesayet odaklarınca 1960, 1971,1982’de sisteme yeni bir “çeki düzen” verilmesi sonucunu doğurur.

1980 sonrası siyasi yasaklar siyasi sistemi tahrip etmiş, depolotizasyon dönemi başlamıştır. DP geleneğinin takipçisi AP’den sonra ANAP’la daha fazla temayüz eden “çevre” bize şunu vazetmektedir: Yeni politikacı/iş adamı kuşağı, Türkiye ekonomisini dünyaya açan, politikayı yeniden kısmen çevrenin etki alanı  haline getiren bir öznedir artık. Özal önderliğinde 1983-91 yılları ekonomik dışa açılma, dışa açık büyümenin coşkusuna tanıklık etmiştir. Yeni giririmci, işadamı tipi ortaya çıkmıştır. Toplum, yeni bir dinamik eksen olarak yeniden dönüşürken Soğuk Savaş sonrası şartlar yeni bir paradigmaya kapı aralamıştır ve bu dinamikler ilerideki AK Parti iktidarının da harcını atacaktır.

Dipçik gölgesinde hayata geçirilen 1982 Anayasası, ardından 1983’te ANAP’ın iktidara gelişi Türkiye’ye yeni bir pencere açar. Özal, Müsteşar olarak hazırladığı “24 Ocak” kararlarını Başbakan sıfatıyla uygulamaya devam etmiş, suikastten yaralı kurtulduktan sonra da Cumhurbaşkanı seçilmişti. 1987’de siyasi yasaklar referandumla kaldırılmış, 12 Eylül öncesinin siyasi aktörleri tekrar isbat-ı vücut etmişti. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başı faili meçhul siyasi cinayetlerle, 90’ar ve 2000’ler ise laik-antilaik tartışmaları ile geçecekti. ANAP’ın tek başına iktidarda olduğu 8 yılın ardından Türkiye 1991’de yeniden koalisyonlu yıllara dönecekti. 12 Eylül’ün etkilerinin görüldüğü 1980’lerin kasvetli havasını sona erdiren ANAP’ın ve Özal’ın son dönemi ile ve Demirel’in 11 yıl sonra yeniden Başbakanlık koltuğuna oturduğu 1990’ların başında “konuşan Türkiye” ile tanışacaktık. Paneller ve toplantılarda kıyasıya dünü, bugünü, geleceği konuşuyordu Türkiye. Özel radyo ve televizyonların açılması da bu atmosferi besliyordu. 

“Eşraf/köylü/işçi” blokundan beslenen İslamcı-demokrat niteliğe sahip RP 1994 yerel seçimlerinde belediyelerde iktidar olurken genel yönetimde de iktidara yürüdüğünün işaretini veriyordu. Türkiye’nin 18 yılına damgasını vuran Erdoğan’ın büyük yürüyüşü de o seçimde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesi ile başlayacaktı. Erbakan liderliğindeki RP’nin DYP ile koalisyon kurarak 1 yıl boyunca ülkeyi yönetmesi, 28 Şubat postmoden darbesinden iş başından sonra uzaklaştırılması, ardından partinin kapatılması, laik-antilaik kavgasının, “çevre” ile barışık olmayan “Asker/sivil bürokratlar”ın suni “İrtica geliyor” korkusunun azdırılması, üniversite kapıları kapatılan başörtülü kız çocuklarına kolluk gücüyle şiddet uygulanması, 1994 ekonomik krizi ve devalüasyonlar 1990’ları da Türkiye’nin enerjisini de muasırlaşma mücadelesini de yiyip bitiren hadiseler olarak tarihe geçti.

1999 depreminde devletin sınıfta kalması, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük küçülmenin yaşandığı 2001 ekonomik krizi, onlarca bankanın siyaset-sermaye-bürokrasi üçgeninde hortumlanarak faturanın millete yüklenmesi “eşraf/köylü/işçi” blokuna “Yeter artık” dedirtti. Daha önce 1950’de ve birçok hadise de olan oldu; sistem her tıkandığında devreye giren “çevre” 3 Kasım 2002’de de eski dönemin siyasi aktörlerinin tamamını oyun dışı bırakarak Erdoğan’a “Yürü ya Aslan’ım” dedi. 2002’den bugüne değin Türkiye modernleşme mücadelesinde bambaşka bir hikaye yazdı.

Bir dizi örtülü müdahaleye direnerek iktidara gelen Erdoğan ve arkadaşları ekonomik, sosyal, siyasi gelişim yolunda ciddi mesafeler kat etmesini sağladı. “Eşi türbanlı Cumhurbaşkanı olmaz” histerisinin eseri 27 Nisan bildirisi, 365 krizi, AK Parti’nin kapatılması davası, FETÖ kumpasları, Gezi Olayları, 17-25 Aralık hadisesi gibi sınamalardan yüzünün akıyla çıkan Türk toplumu ve Erdoğan, başörtüsü yasağının kaldırılmasından AB yolculuğuna kadar birçok devrimci adıma imza attı. Vesayet odaklarına karşı 12 Eylül 2010 referandumuyla cevap verildi. En büyük imtihan ise 15 Temmuz’daydı. FETÖ’nün maşa olarak kullanıldığı darbe girişimi görüntüsü adı altında aslında Düvel-i Muazzma’nın işgal girişimiydi bu.

15 Temmuz’da Erdoğan liderliğinde Türk toplumu kaderine, devletine, yazgısına, demokrasisine sahip çıktı. Modernleşme yolunda rüştünü ispat etti. Sonrasındaki siyasi açılımlarla rejimin temel kodları da değiştirildi; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile Türk tipi başkanlık sistemine geçildi. 18 yıllık AK Parti-Erdoğan iktidarı ile toplumsal kültürel sistemi inşa etmek bakımından son viraj alınmış oldu. 15 Temmuz göstermiştir ki vesayet düzeni artık temelli son bulmuştur.  Kimi sosyal bilimcilere göre suni krizler; “köylülük” düzenine yeniden dönüşün politik araçlarını “köylülük düzeninin sahipleri”ne yeniden tazyik etme gücünü kaybetmiştir. Kimi sosyologlara göre; Türkiye’nin makus talihinde kritik eşik aşılmıştır ve sözde Batı’cı-elitist söylemlerin aksine modern Türkiye’nin artık şimdi doğduğundan bahsedilebilir.

Bakmadan Geçme